Osman Ziya Sülün; namı diğer Sülün Osman tam bir ‘şehir efsanesi’ydi. Pek çok film yıldızı, politikacı, edebiyatçı, spor adamından daha ünlüydü. Bir ‘halk kahramanı’ydı; öğlesine meşhurdu ki, hakkında hikâyeler, kitaplar yazıldı; sinema filmleri çekildi. Ünlü Sansaryan Han’da Sülün’ü izlemek ve suçüstü yapmak/yakalamak için özel ekip bile kuruldu.


Sülün Osman kibar adamdı; nazik dolandırıcıydı. Mizahi zekâsı, tiyatral kabiliyeti doğuştandı. Hatta denilebilir ki Tanrı; Sülün’ü işinden zevk alan ve severek yapan şanslı kullarından birisi diye yaratmıştı. Türk avantür tarihine ‘Dolandırıcılar Kralı’ diye geçen Osman Ziya Sülün, meslektaşları arasında işin kitabını yazmış, felsefesini yapan nadir bir düşünür diye de anılırdı/bilinirdi. Dikkat çekmeyen, sıradan, ufak tefek, son derece esprili, güler yüzlü, diksiyonu muhatabına göre ayarlanabilen çok işlek zekâlıydı. En dikkat çekici özelliği, yarım patlıcan biçimindeki iri burnuydu.

Kemal Sunal’ın En Büyük Şaban filminin ilham kaynağıydı. Almanya’nın en ünlü ve etkin dergisi Bunte’ye kapak konusu yapılmıştı. Hakkında uzun yazı kaleme alınmış; sanatının inceliklerini/hatıralarını anlatan konuşması yayınlanmıştı. İstanbul’daki Fransız Büyükelçiliği’nden davet bile almıştı. Paris’te önemli polis şeflerinin katılacağı toplantıda konuşma yapması önerilmişti. Şöhreti ülke sınırlarını aşmıştı; hikâyesini ilk ağızdan dinlemek ve tecrübelerinden yararlanmak/ders çıkarmak istenmişti. Kendisine özel bir tercüman/mihmandar dahi tahsis edilmişti.

Sülün Osman; İstanbul’un denizi/enayisi bitmez, düsturunu kendine felsefe edinmişti. Hedefinde kolay yoldan/terlemeden para kazanıp, zengin olma hayali kuranlar vardı. Bu gruba ‘amatör dolandırıcılar’ demek de mümkündü. Bir röportajında, ‘Benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydılar aslında… Dolandırmak için bana yaklaşmışlardı,’ diyecekti. Yabancılara/turistlere mal satmaya yanaşmazdı; tanıyanlara göre, hemşerilerine de dokunmazdı. Nereli olduğunu kimse bilmezdi. Her yakalanışında verdiği ifade de farklı doğum yeri bildirirdi. Türkiye’nin 67 vilayetinin de nüfusuna kayıtlıydı. Geniş ekiple çalışmazdı. Toplu dolandırıcılığa girişmezdi. Senaryoyu her zaman kendisi yazar, başrolde yine kendisi oynardı. Bazen bir iki yardımcı kullanır; ama sürekli istihdam etmezdi. Yaptıklarının bilinmesini hoşlanmaz; daha doğrusu şahit istemezdi. Alıcıları tava getirir; ısrarlarına karşı koyamadığını gösterip satışını gerçekleştirirdi.


Şehrin envanteri Sülün’den sorulurdu: Satılabilecek tarihî eserleri, köprüleri, kuleleri, gemileri, tramvayları belirler ve her birisi için ayrı senaryolar kaleme alırdı. Kamuya ait malları/gayrimenkulleri satmayı adet edinmişti. Anadolu’dan İstanbul’a zenginleşmek için gelmiş, yanında para taşıyan insanlar hedefindeydi. Galata Kulesi, Galata Köprüsü, Beyazıt Kulesi, çeşitli saat kuleleri, tramvaylar, şehir vapurları günün 24 saatinde satışa hazırdı, satılabilirdi. Taksim Meydanı ve çevresi en çok kullandığı mıntıka(sı)ydı.

Osman Ziya Sülün; 1923’de İstanbul’da Fatih’te dünyaya geldi. Babası küçük memurdu; eski, yıkılmaya yüz tutmuş ahşap bir evde kiracıydılar. Sülün eğitimini tamamlayamadı; ilkokulu bitiremedi. Çocukluğuyla ilgili anıları hatırlamak istemezdi. Yokluk, çaresizlik ve ağır hayat yükü küçük yaşta olgunlaşmasını sağlamıştı. Çalışmaktan, alın teriyle para kazanmaktan hoşlanmamıştı. Kolay para kazanmanın yolunu/yöntemini çözmüştü. Nereden sıcak para tedarik edebileceğini öğrenmişti.


Örnek aldığı, ustam değdiği, mesleğini devralacağı Rum asıllı Aleko’ydu. Ama öylesine ustalaştı/yetkinleşti ki, projelerine/senaryolarına kendi üslubunu/yorumu katmayı becerdi. İlk uygulamasını ev sahibi üzerinde gerçekleştirdi. Fatih’teki kira evini sattı ve bir süreliğine ortadan kayboldu. Ev sahibi, ne yaptı, sorununu nasıl çözdü öğrenilemedi. Yine bilinen ilk işlerinden birisi de Dolmabahçe (Beşiktaş) Saat Kulesi’ni kiraya vermesiydi.


Ustalaştıkça hamleleri daha etkin hale geldi; büyük paralar götürdü. Taksim Parkı’na giriş ücreti koydu; sonra da hâsılatın miktarını gören zengin/saf vatandaşa pazarladı. Giriş parası karşılığı özel bilet bastırdığı bile konuşuldu. Kendisini, İstanbul Tramvay İşletmesi’nin Sahibi diye tanıttı. İstiklal Caddesi’nde seyrü sefer yapan tramvayları birer ikişer elden çıkardı.


Sülün Osman; Taksim Meydanı’na girişi de ücretli yaptı. Taksim’e adım atanlardan para almaya girişti; senaryoya göre, para ödeyenler kendi adamlarıydı. Bazı saflar da para verenleri görünce ödeme yapılacağını sandı. Sülün bir paspas üzerine bağdaş kuruyor ve ziyaretçilerden ‘duhuliye’ talep ediyordu.


Dolmabahçe Saat Kulesi dile gelse, kaç defa satıldığını/kiralandığını açıkla(yabili)r ve merakımızı gider(ebil)irdi. Kule satışa/kiraya çıkınca, Sülün kadrosunu genişletirdi. Saat kulesinin yanına bir sandalye çekip otururdu. Sonra da kol saatlerini kulenin saatine göre ayarlayanlardan para toplardı. Mutlaka meraklısı çıkar ve düzenledikleri el senediyle satış tamamlanırdı/başarılırdı. Belli süre gözlerden uzak kalınır; vurgun yiyenlerden sakınılırdı. Polisin aramasından/takibinden de kurtulmaya çalışırdı.



Sülün Osman’ın icraı sanat eylediği ikinci adres İstiklal Caddesi, Caddei Kebir idi. Üstat burada iki büklüm eğilir gelip geçen tramvayları dikkatlice incelerdi. Bazen de yere çömelir ve seyrü sefer halindeki tramvayların içindekilerini sayardı. Meraklanıp soranlara da cevabı hazırdı: Tramvayların sahibiydi; yolcuları ve vatmanları kontrol ediyordu. Müşteri memnuniyeti çok önemliydi. Sonra sohbeti koyulaştırır ve günün sonunda bir/iki tramvayı elden çıkarırdı.


Sülün; gayrimenkul satışı da yapardı. Bahçe içinde küçük evleri pazarlamaktan büyük zevk duyardı. Dönemin Tarzan Çetin adıyla bilinen, Belgrat Ormanları’nda derme çatma kulübede yaşayan, yarı meczup kişinin barınağını satmaya kalkmış ve bir araba dolusu sopa yemişti. Neredeyse hastanelik olacaktı. ‘Hayatımda hiç böyle bir dayak yememiştim,’ diyecekti.


Evde kalmış, yaşı geçmiş, ‘kız kurusu!’ tabir edilen kızlara/hanımlara yardım etmeyi de severdi. Medyumluk yaparak, fal bakarak paralarını alırdı; bir süre bu işle geçindi. Ama satışdaki/kiralamadaki başarı grafiğini asla yakalayamazdı. Evliliğin kerametini/faziletini anlata anlata bitiremez; iddiaya göre! bazen de müşterilerine muska yazdığı/verdiği de olurdu.

Evliydi; kendini çok seven ve her gözaltına alınışında dönüşünü sabırla bekleyen vefakâr bir hanıma sahipti. Allah, nur topu gibi oğul da vermişti. Ama Sülün Osman kazandığı paraları pavyonlarda, barlarda ezmeyi severdi; kendi çapınca hovardaydı. Genç ve güzel kızlarla para yemeye bayılırdı. Arada sürpriz yapar ve hesabı yanında getirdiği güzel hanımlara yüklerdi. Adisyonu ödemeden ayrılan adamın Sülün Osman olduğu öğrenildiğinde, dua eden hanımlara da rastlanırdı. Zira Sülün’ün yaptıkları hatırlar; büyük tehlikeden kıl payı kurtulduklarına inanırlardı.


Sülün Osman; Galata Kulesi’ni ve Galata Köprüsü’nü defalarca sattı. Karaköy veya Eminönü tarafında dikilir, sıraya giren adamları geçiş ücreti öderdi. Meraklılar her zamanki gibi sorardı: ‘Ne yapıyor bu adamlar? Ne parası veriyorlar?’ Sonra da sıralanıp ‘duhuliye ücreti’ni takdim ederlerdi. Aralarından mutlaka bir alıcı da çıkardı.


Ama Sülün Osman da her meslektaşı gibi bir sıçradı, iki sıçradı, defalarca yakayı ele verdi. Galata Kulesi’ni bilmem kaçıncı kez el senediyle satarken suçüstü yakalandı. Her defasında tövbekâr oldu; ama parasızlık ve sıcak banknotların dayanılmaz çekiciliği mesleği sürdürmesini sağladı. Cahil köylülerin iş kurmak, mülk edinmek için yanlarında getirdikleri küçük servetleri söğüşleme alışkanlığını bırakamadı. En etkin volelerini 1950 ile 1960 arasında vurdu. Sansaryan Han’daki hücresine her girişinde, yaptıklarına nedamet getirdi; tekrarlamayacağına söz verdi.


Suçu çoğu kez sabit bulunmasa da hapishanelerde de ünlendi. 20 Nisan 1962 tarihli gazetelerde yer alan haber ilgi çekiciydi: Sülün Osman, mahkûmlara konferans vermişti. Konusu daha da ilginçti: ‘Alın Teriyle Kazanmak ve Yaşamak’…


Dönemin ünlü yıldızlarının rol aldığı bir sinema filmine danışmanlık yaptı. Sanatçılara mesleğinin inceliklerini anlattı ve pratik yapmalarını sağladı. Gazinolarda programlara çıktı; kendince fıkralar anlattı ve yaşadığı komik olayları tekrarladı.


1968’de Dolmabahçe Sarayı’nın önüne demirleyen 6. Filo’nun bazı gemilerini başarıyla sattığı bile yazıldı; haberlere konu edildi.


Fransa hükümeti tarafından Paris’e davet edildi. Şehrin polislerine mesleğinin ayrıntılarını/inceliklerini aktaracaktı. Dolandırıcılığı ve sahtekârlığı önlemenin yollarını anlatacaktı. İstanbul’daki Fransız Büyükelçiliği Sülün Osman’a daveti iletti. Kendisine özel bir çevirmen verildi. Fakat Sülün yan çizdi; tercümanın hal ve hareketlerinden nem kapmıştı. Teklifi kabul etmedi.


Aziz Nesin; Kazan Töreni adlı kitabındaki bir hikâyesinde Sülün Osman’dan bahsetti. Hikâyede, ‘Sülün Osman pırr…’ şeklinde bir cümle geçiyordu. Sülün kendisine hakaret edildiğini savundu; anlatılan olayın kendisini rencide ettiğini ileri sürdü; dava açılması için şikâyette bulundu.


TRT’nin siyah beyaz, tek kanal olduğu dönemde televizyona çıktı; Tele Pazar adlı magazin programında Güneş Tecelli ve Cenk Koray’ın misafiriydi. Meslekî tecrübelerini ve hatıralarını aktardı. ‘Tövbe ettim; ama, bazılarının yüzüne bakınca tövbemi bozacağım geliyor,’ diyecekti.


Zengin hayranlarından yardım gördü. İstanbul’da bir meyhane açmayı bile başardı; fakat yürütemedi. Ölümünden az önce, Özal tarafından Boğaziçi Köprüsü’nün gelirinin satışı gündeme gelmişti. Sülün Osman kendisine danışılmamasına gücenmişti. Gazetelerde son kez boy gösterişi sitemini ilettiği haberlerdi.


Çok renkli, hayal gücü yüksek ve yaşama sevinciyle dolu Sülün de her fani gibi kendisini bekleyen sonu yaşadı. 1984’de kalp krizi sonucunda hayatını yitirdi. Beyoğlu’nda 3. sınıf bir otelde kalıyordu. Üzerinden sahte nüfus kâğıdı çıktığı iddia edildi. Osman Ziya Sülün, kimsesizler mezarlığına gömüldü. Mezar taşına gerçek ismi bile yazılamadı. Şehir efsanesi haline gelen, ünü ülke sınırlarını aşan adam bilinmeyen bir yerde ebedi uykusundaydı.


 


Ali Hikmet İNCE


SİYASETCAFE.COM