“İlginç zamanlarda yaşayasın!”; iletişim ve bilişim teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmelerle birlikte dünyanın hızla dönüştüğü 90'lı yılların, teknolojinin insan hayatını nasıl değiştireceğini görüp şaşırdığımız günlerinde sıkça kullandığım bir söz idi. Bu deyimi, 90 yıl önce kullanan İngiliz Parlamento üyesi Austen Chamberlain, “Tuhaf zamanlarda yaşayasın!” olarak da çevrilebilecek bu sözü, Asya'da görev yapan bir diplomattan duyduğunu söylemiş. Ancak bir açıdan iyi niyet ifadesi gibi görünen, diğer yandan 100 yılı aşkın süredir “Çin bedduası” olarak da bilinen bu sözün, gerçekten kime ait olduğu bilinmiyor. Koronavirüslü bu ilginç günlerde, bu sözün bir “Çin bedduası” olması da ayrı bir ironi. Gerçekten ilginç zamanlarda yaşıyoruz. İçinden geçtiğimiz günler kadar ilginç zamanlarda yaşayacağımızı herhalde hiçbirimiz tahmin etmemişti. Değerlerin, düşüncelerin, yaşam biçimlerinin, kavramsal çerçevelerin, uygulamaların, hiç değişmez sanılanların hızla değiştiği, ama yenilerinin de aynı hızda üretilemediği, kargaşa ve kaosun egemen olduğu, denenmemişliğin getirdiği kaygı ve endişenin yaşandığı sarsıcı bir dönem. Dünyadan öyle haberler yayılıyor ki, insanlar çıldırmış olmalı dedirtiyor. Tehlike, güvensizlik ve belirsizlik hakim olsa da, insanoğlunun yaratıcı enerjisine de son derece açık bir dönem.  
Olup bitenleri anlayabilmek için ne kadar okuma yaparsanız yapın, nedensellik ve sonuç ilişkisini kurmanız oldukça zor. Bir yandan virüsün kaynağı konusunda çeşitli spekülasyonlar var, diğer yandan virüsün yarattığı ortamdan yararlanıp yeni dünya düzenini oluşturmaya çalışan güçler hakkında çeşitli iddialar dolaşıyor. Ortaya çıkan fotoğrafta o kadar çok ve çeşitli güç odakları çarpışıyor ki, insanın gözü önünde karmakarışık bir vektörler tablosu beliriyor. Bilindiği gibi, vektörler, kuvvet, hız ve ivme gibi büyüklükleri simgeler. İçinden geçtiğimiz süreçte o kadar çok sayıda ve değişik kuvvet, hız ve ivmeye sahip odak, o kadar farklı yön ve doğrultuda hareket ediyor ki, basit bir vektörel toplamayla sonucu kestirmek mümkün değil. 
******
Bir yandan; devletler arasında mücadele sürüyor. Amerika'da Çin’e karşı 20 trilyon dolarlık tazminat davası açılıyor. En çok zarar gören Avrupa ülkelerinin ve peşinden daha az gelişmiş ülkelerin takip edeceği söylenmekte. Amerikalı avukat Larry Klayman ve onun avukatlar grubu Freedom Watch “Çin Silahlı Kuvvetleri, Wuhan Institute of Virology (Vuhan Viroloji Enstitüsü) bu enstitünün direktörü Shi Zhengli ve Çin Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı Chen Wei” aleyhine dava dosyalarını hazırladılar. “Üretilen virüsün terörist amaçlı bir silah olarak kullanılması ve Amerikan halkında ölümlere sebebiyet vermesi” iddiası öne sürülmekte. 
******
Diğer yandan; ülkelerin içindeki güç odaklarının kapışması söz konusu. ABD'den Çin'e kadar hemen hemen tüm ülkelerde küreselci güçlerle ulusalcı güçler arasındaki çatışma şiddetlendi. Yaşananları, ABD Başkanı Trump'ı devirmek isteyen küreselci güçlerin bir oyunu olarak görenler bile var. Ulus devletler güçlenirmiş gibi gözükürken, yıkılmakta olan dünya düzeni yerine tek dünya devletine de dönüşebilecek, kağıt paralar yerine kripto paraların kullanıldığı yeni bir küresel düzen mi kurulmak isteniyor? 
Başkanı bile tıp doktoru olmayan ve yolsuzluk iddialarına bulaşmış Dünya Sağlık Örgütü gibi uluslararası kuruluşların çürüdüğü ve kendi içinde yardımlaşmayı bile beceremeyen Avrupa Birliği gibi uluslararası örgütlenmelerin çöktüğü düzenin sorumluluğunu bir virüse yükleyip, yeni bir düzen kurmanın peşine mi düştü küreselciler? 
Kimilerine göre virüs, sınır tanımadan dünyayı sararak, küreselleşme olgusunun gücünü gösterdi. Kimisine göre ise, tam tersine küreselleşen dünyanın nasıl hızla bir felakete sürüklenebileceğini göstererek, küreselleşmenin sonunu getirdi. Galiba burada küreselleşmeden ne anladığımızı netleştirmemiz gerekiyor. Küreselleşme, sınır tanımayan para akışı ile ekonomiden siyasete, sosyal yaşamdan kültüre, her alanda yaşanan değişimi ifade etmek için kullanılan sihirli bir sözcük haline gelmişti. Kavram olarak “küresel” sözcüğünün kökeni, 400 yıl öncesine gitse de, “küreselleşme” kavramı ilk olarak 60'larda ortaya çıktı. 80'lerde sıkça kullanılmaya başlanan küreselleşme kavramı, 90'lara gelindiğinde iletişim teknolojilerinde yaşanan devrim ile birlikte anahtar bir sözcük haline geldi. Yeni teknoloji tabanlı iletişim şebekeleri sayesinde, dünyada mesafenin önemi kalmamıştı; telekom dünyasında “mesafenin ölümü” kavramından söz ediliyordu. Ulaşımın da aynı paralelde kolaylaşması ile birlikte dünya çapında insanların, bilginin ve paranın hareketi son derece kolaylaşmış ve hızlanmıştı. Ancak küreselleşmeye ilişkin birbirinden tümüyle farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştı. Giderek neoliberalizmle özdeşleşen küreselleşme, yeni emperyalizm olarak da tanımlanıyordu. Bu anlamda küreselleşmecilere göre, ulus devlet, küreselleşme sürecine paralel olarak önemini yitirmişti, piyasalar artık devletlerden daha güçlüydü. 
Kavramsal anlamında dünya fiziksel olarak zaten bir küre ve bilim insanları 1 km genişliğindeki bir meteorun bile dünyaya çarpması halinde küresel düzeyde insanlığın sonunu getirebileceğini ifade ediyorlar. Teknolojideki gelişmeler sayesinde yaşanan küreselleşme olgusu ise; bir yandan bilginin mesafeden bağımsız anında paylaşılıp çoğalmasını sağlayarak bilimsel gelişmeleri hızlandırıyor, diğer yandan lokasyonundan bağımsız olarak insanların iletişimini kolaylaştıran yönüyle de kültürler arası etkileşimi artırarak dünya medeniyetine katkı sağlıyor. Neoliberalizm anlamında küreselleşme ise tüm yaşam alanlarını çürüterek bütün kurumlarıyla birlikte çöküyor, bundan çıkar sağlayanların zoruyla yaşatılmaya devam etmesi halinde ise, tüm insanlığın çöküşüne neden olacağı aşikar.
***
Kavramsal anlamında ve teknolojinin sağladığı düzlemde küreselleşmeyi en iyi anlayan lider Ulu Önder Atatürk'tür. Bu anlamlarıyla küreselleşme olgusunu en çarpıcı ifadelerle dile getiren Atatürk, çözümü ulus devlette görmüştür ve sömürgeci ulusların, yaşama hakkına layık olmadıklarını belirtmiştir. Atatürk'ün gerek milletinin gerekse de insanlığın kurtuluşu için sunduğu reçete Altı Ok ile simgelenen değerlerdir. Bugün bizim yaratıcı enerjimizi harcamamız gereken alan da, bu reçete üzerinde olmalıdır. 
Atatürk'ün bu konudaki bazı sözlerini aktararak yazımı sonlandırıyorum.
Coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirine birçok bağlarla bağlıdırlar. 
Dünya devletleri bir apartmanın sakinleri gibidir. ABD bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer apartman, sakinlerinden birileri tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına imkan yoktur.”
“Bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. O nedenle insanoğlu, mensup olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, tüm dünya milletlerinin varlığını ve mutluluğunu da düşünmeli ve kendi milletinin mutluluğuna ne denli önem veriyorsa, tüm dünya milletlerinin mutluluğuna da hizmet etmek için elinden geldiğince çalışmalıdır. Tüm akıllı adamlar takdir ederler ki; bu yolda çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, dolaylı olarak kendi huzur ve mutluluğunu sağlamaya çalışmak demektir. 
Dünyada ve dünya milletleri arasında sükun, samimiyet ve barış olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan yoksundur. Onun için, ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim: Milletleri yönetenler, onlara yol gösterenler öncelikle kendi milletlerinin varlığı ve mutluluğu konusunda etkili olmalıdır. Fakat aynı zamanda tüm milletler için aynı şeyi istemeleri gerekir. Tüm dünya olayları bize bunu açıkça ispat eder. En uzakta sandığımız bir hadisenin bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. O nedenle insanlığın tümünü bir vücut ve bir ulusu da bunun bir organı saymak gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan öbür organların hepsi etkilenir. 
'Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne?” dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi organlarımızda olmuş gibi ilgilenmeliyiz. 
Olay ne kadar uzak olursa olsun, bu ilkeden şaşmamak gerekir. İşte bu düşünce, insanları, milletleri ve hükümetleri bencillikten kurtarır. Bencillik, kişisel olsun, milli olsun, her zaman kötü sayılmalıdır. O halde konuştuklarımızdan şu sonucu çıkaracağım: Doğal olarak kendimiz için gereken her şeyi düşüneceğiz ve gerekeni yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya ile ilgili olacağız.”
“Zulüm, medeniyetle bağdaştırılamaz. Yeteneksizlik de affedilir bir şey değildir. Çünkü milletler bulundukları toprakların gerçek sahibi olmakla beraber, insanlığın vekilleri olarak da o topraklarda bulunurlar. O toprakların servet ve kaynaklarından hem kendileri yararlanır ve hem de bütün insanlığı yararlandırmakla yükümlüdürler. Bu ilkeye göre, bundan aciz olan milletlerin yaşama ve bağımsızlık hakkına layık olmamaları gerekir.”
Atatürk, birtakım odakların bugün propagandasını yaptığı “tek dünya devleti” kavramı üzerinde de durmuş ve böyle bir yapılanmanın olanaksızlığını kanıtlamış. 
“Milletlerin bütün özelliklerini unutarak ve karşılıklı çıkarlarını makul bir seviyeye indirgeyerek, dünyada insani tek bir toplum oluşturabileceklerini düşünmek tatlı bir varsayımdır.” 
diye başladığı sözlerini, bu durumu her açıdan irdeleyerek şöyle sonlandırmış:
“Her durumda, Türk vatandaşı kesin olarak bilmelidir ki, bir milletin insanlık ve uygarlık dünyasında yükselmesi ve başarılı olabilmesi, yalnız ve ancak kendi gücüne dayanmasıyla, özgürlük ve bağımsızlığını korumasıyla mümkündür. Bunun başka çaresi ve aracı yoktur!..
Ordu istemeyen ve ordunun yüklediği maddi, manevi fedakarlığı göze almayan bir millet, esaret zincirini kendi eliyle boynuna geçirir.”